Toplumun güvenliği, adaletin sağlanmasıyla mümkün olur. Ancak son yıllarda Türkiye’de yaşanan bazı olaylar, hukukun işleyişine ve adalet sistemine olan güveni derinden sarsıyor. Suçluların cezalandırılması gerektiği noktalarda, yargının etkisiz kaldığına dair bir algı giderek güçleniyor. En ağır suçlar olan tecavüz ve cinayet gibi vahşetlerin faillerinin serbest dolaşması, toplumda büyük bir öfke ve adalet duygusunun zedelenmesine neden oluyor. Bu noktada, cezasızlık olgusu sadece mağdurları değil, tüm toplumu derinden yaralayan bir mesele haline geliyor.
Tecavüzcüler ve katiller, insanlığın yüz karasıdır. Onlar, bir insanın yaşam hakkına ya da bedensel bütünlüğüne kastederek, en temel insani değerlere saldırmışlardır. Tecavüz, sadece fiziksel bir saldırı değildir; aynı zamanda bir insanın ruhunu, onurunu, güvenini çalan, geri dönülemez yaralar bırakan bir şiddet biçimidir. Cinayet ise, bir yaşamı, bir geleceği yok etmekle kalmaz, geride kalanların hayatlarını da sonsuza dek değiştirir. Bu tür suçları işleyenlerin en ağır şekilde cezalandırılması gerekirken, çoğu zaman aldıkları cezalar toplum vicdanında derin bir yara açıyor.
Cezasızlık, adalet sisteminin en büyük açmazlarından biridir. Bir suçlunun işlediği vahşet karşısında hak ettiği cezayı almaması, adaletsizlik algısını güçlendirir. Suçluların serbest bırakılması ya da hafifletici sebeplerle cezalarının indirgenmesi, sadece mağdurları değil, tüm toplumu derinden etkiler. Bir tecavüzcünün serbest kalması, sadece o suça maruz kalan kişiyi değil, tüm kadınları tehdit eder. Bir katilin serbest dolaşması ise, herkesin hayatını tehlikeye atar.
Adaletin olmadığı yerde güvenlikten bahsetmek mümkün değildir. Cezasızlık, suça teşvik eder ve suçluları cesaretlendirir. Bir suçun bedeli ödenmediğinde, toplumda bir çözülme başlar. Her bir cezasız kalmış suç, yeni suçların habercisidir. Eğer toplum olarak suçluları koruyan bir sisteme göz yumar hale gelirsek, hepimiz bir gün bu adaletsizliğin bedelini ödeyeceğiz. Cezasızlık, adalet duygusunu zayıflatırken, aynı zamanda suçluların elini güçlendirir. Tecavüzcülerin, katillerin, hırsızların yasaların boşluklarından faydalanarak ellerini kollarını sallayarak gezmesi, hukuk sistemine olan güveni yıpratır. Bu durumun devam etmesi, toplumsal huzurun kaybolmasına, kaosun egemen olmasına neden olacaktır.
Tecavüz, cinayet gibi suçların failleri, en ağır cezayı hak ederken, ne yazık ki zaman zaman adaletin yetersiz kaldığı durumlarla karşılaşıyoruz. Tecavüzcülerin “iyi hal” indirimiyle cezalarının hafifletilmesi, katillerin “pişmanlık” gerekçesiyle salıverilmesi gibi örnekler, adalet duygusunu altüst ediyor. Bu durum, toplumun geleceği açısından da büyük bir tehlike arz ediyor. Suçun ödüllendirildiği, adaletin göz ardı edildiği bir toplum, çürümeye mahkûmdur. Hukuk sisteminin caydırıcılığını yitirdiği noktada, suçluların daha da pervasızlaşması kaçınılmazdır.
Adaletin sağlanması, suçluların hak ettikleri cezaları almasıyla mümkündür. Cezasızlık, suça teşvik edici bir unsur haline gelirse, toplumda kaos hakim olur. İnsanlar, adalete olan inancını yitirdiğinde, hukukun üstünlüğü ilkesinin yerini “güçlü olanın kazandığı” bir düzen alır. Bu nedenle, suçluların cezasız kalması sadece mağdurları değil, tüm toplumu ilgilendiren bir meseledir.
Tecavüzcüler ve katiller gibi insanlığa kasteden suçlulara karşı duyduğumuz öfke, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorumluluktur. Bu suçlar karşısında sessiz kalmak, bu suçları onaylamak demektir. Hukuk sistemimizin, bu canilere gereken cezayı en ağır şekilde vermesi, toplumdaki adalet duygusunun yeniden tesis edilmesi açısından hayati önem taşır. Eğer adalet gerçek anlamda sağlanmazsa, suçluların pervasızlığı daha da artacak ve herkes bir gün bu cezasızlık düzeninin kurbanı olabilir. Adalet, geciktirilmemeli; suçun karşılığı, en sert ve kesin biçimde verilmelidir. Çünkü toplumun huzuru, bireylerin güvenliği ve geleceğimiz, ancak adaletin varlığıyla güvence altına alınabilir.