Bir Köy Öğretmeninin Hazin Hikayesi 6. Bölüm

1972 yılının Şubat, Mart ve Nisan aylarını ağır hastalıkla geçirdim. Diyarbakır Tıp Fakültesi’nin vermiş olduğu rapor bitmişti. Silifke’den Malazgirt’e gidecek halde bile değildim, ayakta duracak gücüm yoktu. 15 gün Silifke Hükümet Tabipliği’nden, bir 21 gün de Silifke Devlet Hastanesi’nden rapor alarak Nisan ortalarını getirdim. Aklım Kızılyusuf köyüne dönmekteydi. Sene sonu yaklaşmıştı, ancak yalnız gitmeye gücüm olmadığı için babamla birlikte Diyarbakır üzerinden Tatvan, Atnos ve tekrar Malazgirt’e ulaştık. Şubat’ın soğuğu yoktu ama Nisan’ın serinliği ve dağlarda kar vardı. Kızılyusuf köyüne gitmek için bir at arabası kiraladık, yol çamurdu. Zaman zaman rampalar ve küçük dağların yamaçlarında eriyen karlar, akan sular ve şiddetli bir kış yeli vardı. At arabasının üzerinde Malazgirt’ten Kara Hasan’a giden yolu takip ediyorduk. Atlar bazen arabayı çekmekte zorlanıyor, biz de arabadan inip onlara yardımcı oluyorduk.

Öyle bir yere geldik ki hafif bulutlu ve sisli bir havada, babam birden arabanın üstünde oturduğu yerden yığılıp düştü. Konuşamıyordu ve ağzından köpükler geliyordu. Bu durumda ne yapabilirdik? At arabasını geri çevirdik ve tekrar Malazgirt’e döndük. Babam orada, doktor kontrolünde bir hafta otelde kaldı. Doktor teşhisi beni derinden etkiledi; aklıma Türkistan’dan esir olmamak için Çin elinden kaçarken Pamir Dağları’nda oksijen eksikliğinden ölen Türkler geldi. Yani, yükseldikçe babam nefes alamaz hale gelmişti.

Oturup düşündük. Ben tekrar rapor alarak Malazgirt’te otelde kaldım, babam ise Silifke’ye döndü. Nisan bitmek üzereydi ve ne yapıp edip köye gitmeliydim. İdarecilerle ve beni tanıyanlarla ne kadar istişare ettiysem de, Malazgirt’ten Kızılyusuf’a yaya gitmek dışında bir çare yoktu. 45 kilometre üzerindeki bu köye 1.5 gün yürümek benim kaldırabileceğim bir şey değildi.

Orada biraz kaldıktan sonra bir çare düşündüm. Patnos üzerinden Adilcevaz’a geldim. Adilcevaz, Bitlis’e bağlı Van Gölü kenarında bir ilçeydi. Tatvan’la arasında Ahlat vardı. Ahlat, Alparslan’ın ve Selçuklu Türklerinin Malazgirt Savaşı’ndan önce konakladığı yerlerdi ve tamamen tarihi eserlerle doluydu. Adilcevaz’da ise Van Gölü’nün etkisiyle iklim çok yumuşaktı. Ceviz ağaçlarıyla dolu, şahane bahçelere sahip bir yerdi. Ahlat ve Adilcevaz’da genellikle Türkçe konuşuluyordu. Güzel yemekleri ve sıcak insanlarıyla dikkat çeken bir ilçeydi.

Orada köye nasıl ulaşabileceğimi bazı kişilere sordum. Bir jeep kullanan kişi, beni köyün bir kilometre berisine kadar götürebileceğini, çünkü ilerisi çok karla kaplı olduğu için dönerken rampayı çıkamayacağını söyledi. Jeep’in tekerleklerinin içini suyla doldurdum ve Adilcevaz’dan Süphan Dağı’nı sağımıza alarak Kızılyusuf köyünün bir kilometre berisine kadar gittik. Jeep geri döndü ve ben, çölde kalmış bir esir gibi erimemiş karların üstünde yaya olarak yürümeye devam ettim.

Sonunda Kızılyusuf köyüne ulaşmaya çalışırken, köyden önceki mezralardan köpekler bana saldırdı. Çaresiz bir şekilde üzülüyordum; köpeklerden kurtulmanın bir yolu yoktu. Bir ara yürüyüşü bıraktım, karların üzerine oturdum. Sağımda yükselen, buluttan ve kardan nasibini almış 4444 metre yüksekliğindeki Süphan Dağı’na bakıyordum. Kuzeybatısındaki Kızılyusuf’a erişmek ve oraya varmak istiyordum. Bir hafta sonra okullar dağılacaktı. Gitsem ne olurdu, gitmesem ne olurdu?

O sırada, benimle birlikte çalışan arkadaşla haberleşmek mümkün değildi. Bugünün iletişim imkanlarını bırakın, o zamanlar Malazgirt’ten Silifke’yi aramak için postaneye adımızı yazdırıp birkaç saat bekledikten sonra çevirmeli telefonlarla konuşabiliyorduk. Karşımda, önümde stajyerlik vardı. Diğer arkadaşlar Mayıs ayında örnek dersler vererek stajyerliklerini kaldırmıştı. Bu duygular içinde ne yapacağımı düşünürken, Adilcevaz tarafından Kızılyusuf köyüne girdim.

https://twitter.com/SilifkeGazetesi
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir