Yayla sahiline göçen Yörük anaları, ilk yıllarda bebeğini sırtında taşır. Buna “çocuğunu hop eder” deriz. “Hop” işi, çocuğun eşek üstünde veya deve üstünde durabilme anına kadar sürer. Çocuk, deve üstünde bulunan yükün üstüne ya da havutun arka tarafındaki boşluğa iple bir güzel bağlanır. Bu iş, çocuğun yürümeye başladığı ana kadar devam eder.
Aslında Yörük göçünde, öndeki eşeğe genellikle gece veya çok yaşlı biri biner. Onlar yoksa, çocuğa öyle sıra gelir. Ben eşek ve deve üstünde yaylaya göçerken veya yayladan geri dönen göçte de eşek ve deve üstünde gidip geldiğimi biliyorum fakat birazcık yürümeye başladığımızdan itibaren eşek ve deve üstüne ya kendimizden küçük çocuk bindirilir ya da fazladan yük yüklenir. İşte ben yürür olduğumdan itibaren yayladan sahile, sahilden yaylaya göçlerde hep yürüdüm. İstemesem de yürüdüm, yorulsam da yürüdüm. Çünkü bu gelenek böyleydi. Yörük demek, bir yerden bir yere yoğurt yeri için göçerken yürüyen kişi demekti. Ben Yörük doğdum, Yörük büyüdüm. Yörüklük yalnızca göç anında yürüme ile değil, yanında giden devesini, eşeğini, davarını, koyununu da birlikte götürmektir. Ben de bu göçlerde birazcık palazlandıktan sonra oğlağımızı sürerek ve güderek yayla yollarından sahile, sahilden yayla yollarına gittim geldim. Bir de yaylalarda evimiz Kara çadırdı. Her yıl yaylaya vardığımızda çadır kurmak için bir başka yer seçerdik. Bu yer, hayvanların otlayacağı ve sulanacağı yere göre değişirdi. Şimdi ben, bu Yörük çocuğu, benim nerelerde göçerken nasıl konakladığımızı, başıma gelen önemli olaylardan hatırlayarak anlatmak istiyorum.
Silifke’den Karaman yaylasına gitmekti hep amacımız. Karapınar’dan çıktıktan sonra ilk konduğumuz yer, Göksu Vadisi’ndeki Seyit Ahmet yokuşunu inince Seyit Ahmet çeşmesi yanıdır. Çam düzünden Göksu Vadisi’ne inerken, çok iniş olan Seyit Ahmet yokuşunda develerin yükünü yıkmamak için itinayla çekerdik. Burada bir köpeğimiz vardı, adı Kumaştı. Yol kenarında konaklarken asfalttan gelen her arabaya bir kez koşuyordu. Bir ara gelen bir araba onu altına aldı ve Kumaş köpeğimiz oracıkta öldü. Burayı ondan dolayı hiç unutmuyorum. Devamında Değirmendere, Ortaören ve Kebeli geçerdik. Yol boyu bahçelerle doluydu, bilhassa da nar bahçeleri. Yaylaya giderken veya gelirken davarımız bu bahçeye atlar, sahibi beni dövecek diye çok korkardım. Bir de güzün dönerken olgunlaşmış narları, incirleri görünce canım çekerdi, bundan dolayı da yayla yolunun bu mevkilerini unutamam. Bu Yörük çocuğu, kendi basıyla Kargıcak Çiftlik derken Kurt Suyu’na kadar yürüyordu. Kurt Suyu’nda babamla birlikte dedemin mezarını ziyaret ederdik. 50’li ve 60’lı yıllarda Kurt Suyu’nda Kazıklı Bükü’nde Kara Dikende öyle bahçe meyve yoktu. Yol kenarlarında endişe edeceğimiz bir şey olmadığından oralardan geçerken rahattık.
Kara Dikene bir konduğumuzda develerden yükü yıktık. Dedemle develeri otlatırken asfalttan geçen bir karavan araba durdu. İçinden inen turistler dedeme filtreli sigara verdi. Bizim de fotoğrafımızı çekti, turistler diken yiyen deveyi gördü, ben de ilk defa turist gördüm. Bana unutamadığım bir hatıraydı. Bir gün deve boynuna gelmiştik develerimizle, deve boynunu karşılaştırır adına anlam yüklerdik. İşte orada obamızdaki ailelerden birisi bir hata yapan çocuğunu kendisiyle dövmüştü. O hadise, benim yüreğimde deve boynuyla eşleşmiş olduğu için orayı da hiç unutamam.
Devamında Kösreli Palan Tepe derken, Mut’a ulaşan yolun adı tükenmezdi. Gerçekten o uzun yol yürüye yürüye hiç bitmezdi. Belimizin ipliği kırılır, babamıza yalvarırdık: “Yoruldum, beni biraz eşeğe veya deveye bindirir misiniz?” “Hadi çocuğum, hadi biraz daha yürü, vardık olduk.” derlerdi.
Bir gün orada da konaklamıştık. Acıktık, davarı olan konaklama yerine yatırdık. Annem bir pilav pişirmişti. Etrafımız biçilmiş ekin tarlası anızdı. Ağız içinde bir domates, yerli domates vardı. Küçük küçük domateslerinden epeyce kopardım ve konaklama yerimize getirdim. Pilavın yanında onu annem salata yaptı. Bayıla bayıla yediğimi hala hatırlıyorum.
Yine bir yayla dönüşü yaylada kestiğim kanattan elde ettiğim kan ak sakızlarını cebimde getirirken burada kaybetmiştim. Bu da bana çok dokunmuş, çok üzülmüştüm.
Mutfan geçerken bizim zorluğumuz, davarı ve oğlakları zarar vermeden şehri bitirmekti. Fakat Mut’taki çocuklar peşimize düşer, bize “Yörük, Yörük, Yörüdü. Kıllı deriyi sürüfü” derlerdi. İşte yarıktık kardeşim, çünkü atımız, arabamız yoktu. Yurttan yurda yürümek bizim yaşam görevimizdi.
Bir de çocuklar deve “deve” diye bağırırdı. Ben de onlara “bokunu ye geve” derdim.
Ondan sonra bir yokuş vardı ki; adı Mavga Yokuşu. Yukarıdaki yaylalardan gelen bir değirmen döndürümlük su, Mavga Yokuşu’nun üstündeki kayadan aşağıya doğru akarken adeta uçar gibi oluyordu. Buranın adı “Suyunuştuğu Yer”di. Bu sudan davar, oğlak, sığır, deve çok güzel sulanır, biz de yürümekten şişmiş ayaklarımızı bu soğuk suyun içine sokar, dinlenirdik.
Mavgadan sonra geldiğimiz Kozlar Yaylası ve çevresi, o hattan geçen biz Yörükler için bir ihtiyaç temin yeriydi. Çamaşır ilacının olmadığı o yıllarda bir büyüğümüz büyük bir meşeyi ateşler ve bütün göç kafilesi külünü bir yaz boyunca çamaşır yıkamada kullanmak için alırdı.
Kozlar’dan sonra yayla bozkırı başlar, Yemişen Oluğu ya da Sıratekneler dediğimiz yerde soğuktan yaylaya geldiğimiz belli olurdu. Orada tüm Yörük çocukları ya yorgana ya da battaniyeye sarılır, deve üstüne veya eşek üstüne bindirilirdi. Daha ilerideki Söğütözü Deresi’ne kadar eşekten veya deveden inmezdik, çünkü Söğütözü’ndeki suyu çocuklar geçemezdi.
Devamında Karıcık Yokuşu ile Dağpazarı arasında bulunan, yine o zamanlar hayvanların rahat otlayacağı bir yer olan Kestel Yaylası’nda yükü yıktığımızda biz çocuklara oyun alanı genişti. Burada bir keresinde şiddetli bir fırtınada yağmur yağmıştı, etrafı sis kaplamıştı, biz çocuklar da yakındaki bir ilin içine girmiştik. O anda bir ses duyduk. Baktık ki, sistem ortamı göremeyen bir uçak alçalmış ve önümüzden geçmişti. Küçük bir uçaktı. Ama uçak gördük diye ne sevinmiştik.
Bir göç esnasında Kestel Yaylası’nda benden büyük çocuklar parçala kazıp yemişti. Daha önce bir köşemde yazmıştım bunu. O portallardan bana vermedikleri için akşam karanlığında ağlamış, babam çıra yakarak orman içinde bana fırçalayarak kazıp getirmişti. Bunu bir ben değil, bütün yarık kafamız hala yaşayanlar konuşur, anlatır.
Ondan sonra istikamet Dağpazarı ve devamında Demir Kapı’ydı. Yaylamız Demir Kapı’ya geldikten sonra köyün yarım saat veya bir saat uzaklığındaki bir koyağa veya seçtiğimiz bir yere çadırımızı kurardık. Biz Bolacılı Yörükleri’nin çadırı, Kösreli veya Sarı Keçeli çadırından daha başka olurdu. Silindire benzer bir şekildeydi ve adına Kara Ev derdik. Bir yaz bu Kara Ev’de yaylardaki mallarımızı güder, sütümüzü sar, peynirimizi yapar, Çiğdem Hazar kan ak sakızı toplar, koyun çiçeği toplar ve güz ayını getirirdik.
Bizim bu göçümüz 7 gün ile 10 gün arasında değişirdi. Konduğumuz yerden sabah erkenden kalkar, önce yükü hayvanlara yüklerdik. Büyükler davarı, küçükler oğlağı sürerdi.